26 Mart 2011 Cumartesi

Sırp Filmi( A Serbian Film)





Bu son derece ürkütücü,sinir bozucu film hakkında internette okuduğum  bir  yorumunda denildiği gibi,Sırp filmi öncelikle porno sektörünün gerçek yüzünü ortaya koyma gibi bir amaca sahipse, hedefi ıskaladığı söylenemez.Eskiden beri merak ederdim porno sektörünü ve bu sektörde çalışan seks işçilerini.Porno filmleri izlerken,bu filmlerdeki oyuncuların sıra dışı özel insanlar olduğu düşüncesine kapılırdım.Görünüşe bakılırsa bunlar,cinsellikle ilgili tabuların tümünü yıkmış,kendi bedenlerinden memnuniyetleri zirvede,başkalarının vücudundan,organların yaydığı kokulardan falan tiksinmeyen,fanteziye her zaman açık,doğal içgüdüleri egoist saplantılarla bulandırmayıp onları doğruca yaşayan özel insanlardı.Bazen de köle gibi seks bağımlıları,sapıkçasına seks düşkünleri gibi görünürlerdi gözüme.Acaba anne babaları,aileleri nasıl bakıyorlardı onlara?Ya aşırı marjinal ailelerin çocuklarıydı,ya da bütün ailevi ve akrabalık bağlarına sırtlarını dönmüşlerdi. Pornografi izlerken onları özel insanlar,akıl alamayacak kadar özgürleşmiş insanlar olarak hayal etmek kolay oluyor,fakat onları herkes gibi normal bir hayat sürdüren insanlar olarak hayal ettiğinizde işin rengi değişiyor.Mesela bir porno oyuncusunun babası kızını,bir kaç adamla cinsel ilişki kurarken anormal sesler ve tepkiler vermesi karşısında ne hissediyor?.Bu tür insanlarda  ensest ile ilgili yasaklar geçerli değil mi yoksa?Bu sektördeki oyuncuların çocukları yok mu?Varsa  ne zaman babasının ya da annesinin bu tür filmler çevirdiğini öğreniyor?Bu çocuklardan hiç bir şey gizlenmiyor mu?Gizlenmiyorsa,çok küçük yaşlarda cinselliğin en aşırı şekilleriyle tanışan bu çocuklarda anormal sapkınlıklar,uyuşturucu ve seks bağımlılığı ortaya çıkmıyor mu?Bütün bu suallerin bilinen cevaplarının olmaması,bu tür hayat sürenin insanların dünyasının karanlık ve sisli oluşu,üstelik bu hayatlara karşı biz"normal insanların" ilgisizliği,bilmekten pek hoşlanmayacağımız tatsız gerçeklere dair bir dünyanın mevcudiyetine işaret ediyor...

İşte "Sırp Filmi" porno sektörünün tatsız gerçekleriyle ilgili ihtimallerin kapısını sonsuza dek açmış.Film bu tür insanların normal insanlar gibi hayat süremeyeceklerini,hiç bir zaman şiddet ve cinsellik arasına sınır konulamayacağını,seksin bağımlılığa ve köleliğe dönüştüğü bir dünyada özgür ya da tabuları yıkmış insanlardan söz edilemeyeceğini iddia ediyor ve bu tezlerini,lafını hiç sakınmaksızın en uç noktalara götürüyor.Porno sektörünün seksi bir çeşit sirk gösterisi gibi algıladığını,insanların azgınlaşmış bir sekse dair daha çok teşhir taleplerini karşılamaya çalıştığını,bu nedenle sanatsal bir yönde evriminin mümkün olmadığını anlatıyor.Bu arada şiddet,sadizm ve küçüklerin cinsel istismarının bu sektörün doğal semereleri olduğunu da açıkça göstermekten kaçınmıyor.Dolayısıyla bu filmlerde oynayan oyuncuların köleleşip bağımlı olduklarından normal bir hayat kuramıyorlar,kurmuşlarsa bile kendilerini içine çeken bu dünyanın kurbanı oluyorlar..Zamanla onların o inanılmaz seks güçlerinden falan eser kalmıyor,duygularını,insani kimliklerini yitiriyorlar, kendi hayatlarının yok edicisine,katiline dönüşüyorlar...Finalde ise,filmin başındaki mutlu aile tablosu yerine ölmekten başka kurtuluşu olmayan insanların dramı kalıyor.

Film porno sektörü üzerinden lafını hiç esirgemeden karanlık ve çıkışsız bir dünya resmi çizmiş.Elbette porno sektörünün bire bir izdüşümü değil filmdeki;fakat bu sektörün hortlamış hali denilebilir.Gerçekten de son derece rahatsız edici olmasına rağmen,günümüzün tatsız gerçeklerini sözünü sakınmadan anlatan önemli bir film.Dolayısıyla filmi lanetlemenin haksızlık olduğunu düşünüyorum.

29 Eylül 2010 Çarşamba

TATSIZ GERÇEKLERİN FİLMİ:YUMURTA


Bir sahne ile "Yumurta"
Yükleyen hakanipek6

YAZIYI OKUMADAN ÖNCE VİDEOYU İZLEYİNİZ


İzleyicinin büyük çoğunluğu tarafından sevilmemesinde şaşılacak bir şey yok.Çünkü Yumurta,oldukça tatsız gerçeklerden bahsediyor.Ayrıca katılıma davet ediyor seyirciyi.Manüpülasyon yapmıyor,heyecanlı,sarsıcı olmak için kendini zorlamıyor.Filmin meramı olan o tatsız,tuzsuz gerçekler,gündelik hayatın hayli sıradan sayılabilecek olguları içinde sunuluyor


“Yumurta” Semih Kaplanoğlu’ nun çok tartışılan filmiydi.Siyad ödüllerinin tamamını kazandıktan sonra,medyada -genelde sinema yazarı olmayan- kimi yazarlar “seyircinin beğenmediği,anlaşılmaz ve sıkıcı” olduğunu söyledikleri böyle bir filme neden bütün ödüllerin verilmiş olduğunu anlamadıklarını söylüyorlardı.Gelgelelim meslekten eleştirmenlerin çoğu yere göğe sığdıramadı bu filmi.Üstelik altın portakal ve yurtdışı festivallerde beğeni ve çeşitli ödüllerle karşılandı.Bugün artık Semih Kaplanoğlu dünyanın en önemli ödüllerden biri olan Berlin Altın Ayının sahibi durumunda.Üstelik Yumurta’nın da içinde olduğu “Yusuf Üçlemesi”nin son filmi Bal’a bu büyük ödül verildiğine göre,Yumurta’nın da bu ödülü kazanmış olduğunu söylemekte bir sakınca yok..Belki de bu ödül,ülkemizde sinema sanatının biraz daha ciddiye alınmasına neden olabilir.

İzleyicinin büyük çoğunluğu tarafından sevilmemesinde şaşılacak bir şey yok.Çünkü Yumurta,oldukça tatsız gerçeklerden bahsediyor.Ayrıca katılıma davet ediyor seyirciyi.Manüpülasyon yapmıyor,heyecanlı,sarsıcı olmak için kendini zorlamıyor.Filmin meramı olan o tatsız,tuzsuz gerçekler,gündelik hayatın hayli sıradan sayılabilecek olguları içinde sunuluyor.İzleyicinin zihin ve dikkatinin aktif bir şekilde filmi anlamlandırmasını,bırakılan boşlukların doldurulmasını,filmi izleyenin filmi yeniden yaratmasını talep ediyor.Bütün bunlar, günümüz ticari sinemasına ve trendlerine hiç de uymayan şeyler.
Tipik bir Anadolu kasabası olan Tire’de yıllardır ziyaret edilmemiş bir annenin ölümü nedeniyle geçirilen birkaç gün.Annesinin ölümü nedeniyle aslında bir daha adım atmak istemediği doğup büyüdüğü yerleri görmek ve buralarla yüzleşmek zorunda kalan bir yazar…Pespaye görünümlü giyimi ile büyük şehirde değil orada yaşlanmış birine benziyor Yusuf.Ondaki asıl değişim,dış görünüşünde değil,içsel dünyasında,ruhunda olmuştur ve Yumurta filminin bütün derdi bu değişimi anlatmaktır.Daha doğrusu anlatılması neredeyse imkansız olan bu değişimi ,sezdirmek…Bunun için bir takım simgesel anlatım yollarına başvurmak zorunda kalır…Rüyalar,çağrışımlar,izlenimler gibi.Mesela bir sahnede ,veraset ilamı için TC kimlik numarası gerekmiştir .Yusuf’un kimliği yanında olmadığından İstanbula telefon etmesi gerekir.Ama avukatın yazıhanesinde telefon çekmez.Bir avluya çıkar.Orada bir urgancı yün yumaklarını eğirmektedir.O sırada Yusuf,epilepsi hastası olduğunu düşündürecek şekilde düşüp bayılır.Aslında onun içinde, geçmişi,tıpkı o yün yumakları gibi açılıp çözülmeye başlamıştır.Düş mü gerçek mi belirsiz bir sahnede,kendini bir kuyunun içinde bulur.Bastırılmış anılarının kuyusuna düşmüştür.Bir alt üst oluş nedeniyle bilinçdışında uyuklayan şeyler,su yüzüne çıkmaktadır.

Film bu tür simgelerle örülüdür.Ancak bu simgesel katmanları inşa ederken ,alegoriye ya da gerçeküstücülüğe sapmak istememiştir Kaplanoğlu.O bunları gündelik yaşamın sıradan olayları gibi sunmayı yeğlemiş,bunların alt metin olarak okunup anlamlandırmasını seyirciye bırakmıştır.Bu nedenle benim burada yaptığım yorumlar,filmi açıklamak değil,hikayeyi yorumlamak ,yeniden üretmektir.Film farklı bir bakış açısı ile farklı bir anlam kazanacaktır.İşte bu yüzden,filmi anlamadıklarını söylemekle kalmayıp , anlamsız olduğunu ilan etmeye varanlar,Yumurta’yı sevdiğini söyleyenlere yönelttikleri,“haydi ne anlatılıyorsa anlatın da biz de öğrenelim!” sorusu da yanıtsız kalmaya mahkumdur…
Bu filmin son sahnelerinden biri üzerinden,filmi anlamlandırmak, sinemamızın en çarpıcı sahnelerinden birini yorumlayarak sinemayı sanat yapan şey üzerine düşünmek bu yazının amacı.(bu sahneyi izlemek için videoya tıklayabilirsiniz)Sondan bir önceki sahnedir bu...Yusuf’un annesinin istediği kurban kesilmiş,adak adanmıştır.Ayla’yı evine bıraktıktan sonra otomobili ile bir bağ evinin önüne gelir.Başını direksiyona yaslayıp uykuya dalar.Sonra alıp başını,tıpkı filmi açılış sekansında annesinin gittiği gibi ağaçlıklara doğru gider.Akşam olmaktadır.Bir davar sürüsü ile karşılaşır.Aniden bir çoban köpeği tarafından yere yıkılır.Köpek onu ısırmaz ,ama rehin almış gibi başında bekler.Gece olur,köpek hala başındadır.En küçük hareketini gördüğünde hırlamaya başlar.Bu durum sabaha kadar sürer gider…Bir ara Yusuf ağlamaya başlar çaresizce.Sonra durumu kabullenip uykuya dalar.Uyandığında köpeğin yanından ayrılmış olduğunu görür.
Gerçek mi yoksa rüya mı olduğu belirsiz bir sahnedir bu.Aslında bunun bir rüya olduğunu öne sürsek de,gerçek bir olay olduğunu söylesek de durum değişmez.Bu sahnenin önemi Yusuf’un o an sürüklendiği ruh halinin bir metaforu olarak filmin dokusunda yerini almasıdır.Filmin önümüze koyduğu puzzle’ın parçalarından biri olarak,kahramanın iç dünyasına giden bir yol işareti olarak yorumlanmayı beklemektedir.Ancak izleyicinin yorumlaması ile anlamına kavuşacak,fakat bu arada ,filmin dış hattında bir delik açıp izleyicinin kendisine mal olacak bir yol işareti.
O çoban köpeği,Yusuf’un kendisini asla ait hissetmediği halde kendisine ait geçmişi barındırması nedeniyle atılıp satılması mümkün olmayan Tire kasabasını mı temsil etmektedir?Yoksa Yusuf’un koptuğu geçmişi ile bu günü arasında bir bağlantı kurmaya çalışıp bunu başaramayışını mı temsil etmektedir?Muhtemelen annesine karşı görevlerini yerine getirmemiş olması nedeniyle yaşadığı suçluluk duygusu ya da vicdan azabıyla ilgili bir sahnedir bu.Çoban köpeği, o son derece akıllıca davranışı ile Yusuf’un aklını ve sağduyusunu mu temsil etmektedir?Gerçekten de bugünü ile geçmişi arasında kaybolup gitmesini engelleyen bir psişik güç gibidir köpek.Yusuf’un ,Annesi gibi ağaçlıklara doğru ilerlemesi,Ondaki ölme isteğinin bir işareti olabilir mi?Köpek,yani hayatta kalma isteği ona engel mi olmaktadır?Belki bu yorumların hepsi doğrudur,belki bu yorumlar,filmin açtığı bu kanaldan yola çıkılarak geliştirilebilir.Ancak yine de,bu sahnenin imkansızlıkla,elden bir şeyin gelmemesi ile ilgili olduğu kesindir.Günümüz aydınının E. Said’in benzetmesiyle “sürgün,marjinal ve yabancı “hali ile,köksüzlüğü ile ilgili varoluşsal durumun fotoğrafı gibi,kendi adıma çok ağrılı/sızılı bir şey olarak durmaktadır gözlerimin önünde.
Son sahnede kahvaltı yaparken,Ayla ona pişmiş bir yumurta uzatır.Geçmiş ile gelecek arasında köprüler kurup o köksüzlüğün üstesinden gelmek olanaksız olsa da,yine de bir şeyler pişmiştir,varoluş bir şekilde mümkün olmuştur,Ayla’nın uzattığı budur.
Filmi sıkıcı,tatsız tuzsuz bulduklarını söyleyenler hiç de haksız değildir.Tatsız gerçeklerden söz ettiği için…Ne var ki bütün gücünü tam da o sıkıcılığından,tatsız tuzsuzluğundan almaktadır.Sinemayı sanat yapan şeyin can sıkıntısını atıp gevşemeyi sağlayacak bir şeyler izlemek olmadığını hatırlatmayı bir ödev gibi önüne koymuştur Yumurta.Sinema sevenlerin ve sinema tutkunlarının kendilerine çok şey verebilecek,çaba harcamayı karşılıksız bırakmayacak eşsiz bir hazine…

Emir Kustarica'nın Gözünden Maradona


Maradona Kendi Şarkısını söylüyor
Yükleyen hakanipek6


Maradona:Bütün zamanların en iyi oyuncusu…En azından Pele ile ilgili kulaktan dolma şeyler işitip,Maradona gibi bir efsaneyi beyazcamda da olsa kanlı canlı görmüş olan benim kuşağım için öyle.Aslında o Pele kadar vakur,dengeli biri değildi.Ancak Pele,bir futbol efsanesinden çok,işbilir bir politikacıya benziyor bu gün için.Maradona ise,kendine özgü isyanı,non konformizmi,inişli çıkışlı yaşantısı ile kendi pırıltısında yanıp gitmiş efsane rock yıldızlarına,hayatı kaymış şairlere ya da kendi saplantılı dünyalarının tutsağı olmuş deli dahi bilim adamlarına benziyor.Bütün megalomanisine rağmen Pele gibi burnu büyük gözükmüyor,sanki aramızda,mahallemizin deli dolu komşusu,bizden biri…

Kendisi de futbol oynamış Kustarica,bir futbol efsanesinden çok,Meksikalı bir devrimciye benzettiği Maradona’nın çok ilginç bir kişiliği olduğunu düşünerek onunla ilgili bir film-daha doğrusu belgesel-yapmaya karar vermiş.Kara kedi Ak Kedinin hiç istemediği halde başı dertten kurtulmayan babaya benzetmiş.Gerçekten de Kustarica karakterlerinden hiç aşağı kalmayacak kadar deli dolu bir adam Maradona.Ancak bu kadar değil elbette.Kariyerinin zirvesine çıkamadan bir beyaz kadına benzettiği kokainin pençesine düşmüş,tedavi görmek için gittiği Küba’da Castroya ve onun devrimci felsefesine aşık olmuş,zaman zaman Anti emperyalist bir aktivist gibi davranan biri o.Yoksul kökenini asla unutmamış,Latin ve melez ruhuna sadık,o döküntü varoşlarla olan bağını her zaman sıcak tutmuş.Yüzyılın golünü bütün İngiliz defansını ve orta sahasını çalıma dizdikten sonra atmış,eliyle attığı ikinci golü için “bir ingilizin para dolu şişkin cüzdanını çalmak gibi bir şeydi” diyerek Frankland hüsranı ülkesi adına bunu zafere çevirmeyi bilmiş.Eliyle attığı golden yıllar sonra ”O el Tanrının eliydi” diyerek bir çeşit ilahi adalet anlayışına gönderme yapmıştı ama onun bu sözünden kastetmediği anlamlar çıkaran Maradona fanatikleri ,Onun adına kilise kurmuşlar.Bu kiliseye bağlılık yemini ve dinsel törenlerle girilebiliyor.Kilise,evlendirme gibi bir çok etkinliği yürütüyor….

Zıtların adamı Maradona.Örneğin,övünerek,kendini bir aktöre benzetiyor;hem de yazılmış bir senaryonun gereğini yerine getiren değil,rolünü bizzat yaşayan bir aktör.Ama diğer yandan ailesi ile ilgili görevlerini ihmal ettiği ve kokainin kölesi olduğu için derin pişmanlık içinde hayatının kaçırılmış bir büyük fırsat olduğunu söylüyor.Zıtların birliği demek yetersiz olur onun için…Zıtların mükemmel uyumu Maradona..Kustarica’nın Kara Kedi Ak Kedi’de bir beyaz ve bir siyah kedinin birlikteliği ile simgelediği o mükemmel uyum…Ama yine de,kendi filmlerindeki o uçuk kaçık tiplerden daha da fantastik olduğunu itiraf ediyor Kustarica.”Filme başladığımızda Maradona bize yıldızlar kadar uzaktı…Aylardır birlikteyiz.Onunla olan mesafemiz azalmadı,tam tersi arttı..” diyor Kustarica.

Maradona’yı klasik tarzda anlatan bir belgesel yapmaktansa sözü ona bırakmış Kustarica.Maradona anlatıyor,bizler dinliyoruz.Ama yine de şaşırtıcı bir şekilde,Kustarica’nın damgasını vurduğu bir film bu.Maradona ile sayısız diyebileceğimiz kadar söyleşi yapmış ve aralarından bazılarını seçip bir seçki oluşturmuş…Bu söyleşileri,çok özel görüntülerle zenginleştirmiş.Bunlardan biri de Maradona’nın kendi şarkısını söylediği sahne.Kendi adına yazılmış,onu çok güzel anlatan bir şarkıyı hiç de fena olmayan sesiyle söylüyor Maradona.Dinleyicileri coşturuyor, acı,dram ve sevinçlerle dolu şarkısı ile onları bir futbol sahasında olduğu gibi kendinden geçirmeyi başarıyor.Filmi izledikten sonra Kustarica’ya hak vermeden edemedim.Gerçekten de ne kadar yakınlaşsak da,bizden uzaklaşan biri Maradona.O güleç,sevimli,halk adamı tavırları,onu aramızdan biri gibi görmemize yol açıyor,ama hikaye ilerledikçe bizden uzaklaşıyor; karmaşık,fantastik,inanılmaz bir adam olarak..Ne de olsa gökteki yıldızlardan biri o.Göktekiler kadar erişilemez…

28 Eylül 2010 Salı

Üçüncü Sayfa: Meşru zemini ve meşru vasıtaları olmayan film...


Üçüncü Sayfa
Yükleyen hakanipek6. - Film ve TV kanalındaki diğer videolara göz atın

Önemli not:Yazıyı okumadan önce videoyu izleyiniz!..

İnsanların başkalarınca yazılmış senaryolarda istemedikleri rolleri oynadığı,kurtarılmayı bekleyen kişilerin kurtarıcı rolüne soyunmak zorunda kaldıkları,en iyi oynanılabilen rolün kurban rolü olduğu bir dünyanın filmidir “Üçüncü Sayfa”..

BİR SAHNE ÜZERİNDEN "ÜÇÜNCÜ SAYFA"

İstanbulda –sigara yasağı uygulanmazdan yıllar önce-dumana boğulmuş kahvehanelerden biri.Ozamanki Cumhurbaşkanı Demirel,televizyonda,kendisine sorulan bir soru üzerine,”açık toplum”kavramına o çok bilinen üslubuyla ‘açıklık’ getiriyor.”Meşru zeminler ve meşru vasıtalarla olması koşuluyla,herkesin dilediğini söylemesinin demokrasi gereği “olduğunu söylüyor.Sanki oyunun kuralları mükemmelmiş de,bütün suç, oyunu kurallarına göre oynamak istemeyen mızıkçı oyunculardaymış gibi…

O sırada televizyonun hemen altındaki masada,çok büyük ciddiyetle okey oynayan oyuncular..Adamlardan biri,bir türlü istediği taşların gelmemesine sinirleniyor,sövüp sayıyor..”S…. lan böyle oyunu!” diyerek uluorta sövüyor.Solundaki adam,çektiği taşla bitince,adam tekrar sövüyor.Sonra birdenbire, biten adam,elindeki ıstakayı küfür eden adamın kafasına indiriyor.Ortalık bir anda karışıyor.Adamın acı içinde haykırışları,araya girenler,adamın kanlar içinde kel kafası…Istakayı vuran adamın bir kez daha ıstakayı fırlatıyor,denk getiremiyor,sonra var gücüyle kaçmaya başlıyor.Fakat onun peşinden, yan masalardan birinde oturan genç bir adam,sanki onun suç ortağı imişçesine ,onun arkasından kirişi kırıyor…

Zeki Demirkubuz’un Masumiyet’i çekmeden bir önceki filmi Üçüncü Sayfa’dan alınan bu sahne,kendi özel dünyası ve çok özel dertleri olan bir yönetmenin belli başlı karakteristiğini ortaya koyuyor.Sahne ile ironi teşkil edecek şekilde tv ekranlarında ‘bir bilen büyüğün!’ konuşması.Ve büyük adamın söylediği sözleri anında tekzip eden sahne:Okey masası meşru bir zemin midir?Oyunculara değil,ama oyuna sövüp diğer oyuncuların aldıkları keyfi sabote eden bir oyuncunun sövüp saymaları meşru vasıta ile mi yapılmaktadır?Akabindeki kanlı bir kavga Demirel’i haklı mı çıkarmaktadır ?…Oysa dünya hiç de Demirel’in görmek istediği gibi değildir.Bu adamlar işsiz güçsüz,ya da günlük işler bulduklarında yok pahasına çalışan adamlardır.Evlerine ekmek götüremeyip ailelerine iyi bir hayat sağlayamamanın acısını,yine ailesine saldırarak çıkaran bu tiplerin,basit bir olay yüzünden böyle kanlı kavgalar çıkarmaları aslında olağandışı bir durum değildir.Oyunun kendisi yanlış,rollerin dağılımı kötüdür çünkü.O kuralların belirlenip rollerin dağıtıldığı dünya o denli acımasızdır ki,öyle mızıkçılık etmeyi kabullenmez,çabucak diskalifiye eder.

Oyuna küfreden adamı ıstaka ile yaralayan adam,iki çocuk sahibi Meryem’in kocasıdır.Eve her girdiğinde kendisini insafsızca döven bu adamı öldürmesi için,yan masada bekleyen o genci,yani İsa’yı peşine takmıştır Meryem.Ancak kocasının ölümü, işte bu çıkardığı kavga yüzünden,ıstakayla yaraladığı adam tarafından olacaktır.Trajedinin asıl unsuru olan,derinlemesine işlenen baş karakter olmamasına rağmen Zeki Demirkubuz ,birkaç fırça darbesi ile,bu gibi tiplerin (ıstakayı vuran adam)kaderini de genetik olarak kodlamış,asıl kahramanlarla ortak bir kaderi paylaştırmıştır.

İnsanların başkalarınca yazılmış senaryolarda istemedikleri rolleri oynadığı,kurtarılmayı bekleyen kişilerin kurtarıcı rolüne soyunmak zorunda kaldıkları,en iyi oynanılabilen rolün kurban rolü olduğu bir dünyanın filmidir “Üçüncü Sayfa”..Onun dünyasında kendi kaderlerini kendileri yaratmak isteyen,ama sırf bu nedenle adeta lanetlenip,acının ve ızdırabın peşinde sürüklenen insanların öyküleri ışığında kötülük,ahlak,vicdan gibi kavramlar sorgulanır.Bu sorgulamadan alnının akı ile çıkabilen hiçbir şey yoktur;her şeyin değersizleşmek,kirlenmek yazgısıdır adeta.En kadim hikayelerde olduğu gibi kötülüğü anlamak ve anlatmak ister Demirkubuz.Ancak bunu yaparken iyi ve kötü kavramlarını bir yana bırakır,taraf olmaz.İyi olmak zor değildir aslında;ama bu bir teslim oluş,gerçek hayattan geri çekiliş,yaşıyormuş gibi yapmaktır.Ne zaman insan,hakiki bir şeyi arzulamaya başlar,o zaman kötülüğe batar,karanlık tarafa doğru çekilir.İstenilen şeyin,sevgi gibi,aşk gibi son derece masumane bir şey olmasının hiçbir önemi yoktur.Çünkü gizli ya da açık,herkesin aradığı şeylerdir bunlar ve birinin muradı, bir başkasının acısı bedeli ile ödenir.

Yönetmenin kendi dünyasını en küçük ayrıntılarda bile kurduğunu gösterdiği için “Üçüncü Sayfa” ile ilgili bir deneme yazarken önemsiz gibi görünen bu sahneyi seçtim.Çoğu zaman sinema,basit görünen detaylar üzerinde filmin özel dünyası inşa edilirken sanata dönüştüğü için…

Kader Anı!..


Kader_ Anı
Yükleyen hakanipek6.

Önemli not:Yazıyı okumadan önce videoyu izleyiniz!..

“Kader” Zeki Demirkubuz’un temel izleklerinin en olgun ve en görkemli biçimde boy gösterdiği filmidir.Bana kalırsa filmografisinin en iyisi.İnsana dört bir yanı alevlerle çeper içine alınmış bir cehennem tasviri izlenimi veren bir dünyadır bu

KADER Mİ? YAZGI MI?
İnsanın yaşamı kendi özgür iradesinin ve özgür seçiminin bir sonucu mudur?Yoksa özgür irade, davranışlarımızın kökeninde temel nedenleri bilemeyişimiz yüzünden yaşadığımız bir yanılsama mıdır?Bunlar çoğumuza beylik felsefi sorunlar gibi görünebilir.Çoğunlukla kendi yaşamımızı kendi tercihlerimiz doğrultusunda özgürce kurduğumuza inanma eğilimindeyiz.Ne var ki,yaşamda genellikle özgürce seçimler yapma şansını kaçırırız.Tecrübesizliğimizden,davranışlarımızın bütün sonuçlarını önceden kestirebilme imkansızlığımız yüzünden.Ya da hata yaptığımızı göre göre,hiç istemediğimiz yönlere savurur kimi arzu veya saplantılarımız bizleri.Yaşamımızı biçimlendirmek için ne kadar uğraş verirsek verelim,bilinmeyen bir elin sürekli bizi yoğurup biçimlendirmesi, yazgı denilen şey olmalıdır.

Zeki Demirkubuz’un iki filminin adı,bu sorunu ne denli önemsediği kanıtlar:”Yazgı” ve “Kader”.İlki,Camus’nün “Yabancı”sının serbest bir uyarlamasıdır;diğeri ise “Masumiyet”in öncesinde yaşanan olayların hikayesi.Aslında aynı adı taşısa da farklı hikayeler anlayan bu iki filmin arasında gizemli bir bağ vardır.”Yazgı”da teslim olup, şahsiyetinden ve yaşamından vazgeçerek kendine biçilen role boyun eğmiş birinin hikayesi,Kaderde ise,yaşamdaki kendisine uygun görülen role isyan edip ne pahasına olursa olsun kendi yaşamının oyuncusu olmak isteyen birinin hikayesi..Ama her ikisinin de ortak noktası,trajedi olmalarıdır.Zeki Demirkubuz, arzu ile yasanın en korkunç çarpışmasında çıkan korkunç haykırışları ve çatırdayan kemik seslerini, insanın trajedisi,ya da yazgısı olarak gözlerimiz önüne serer…

“Kader” Zeki Demirkubuz’un temel izleklerinin en olgun ve en görkemli biçimde boy gösterdiği filmidir.Bana kalırsa filmografisinin en iyisi.İnsana dört bir yanı alevlerle çeper içine alınmış bir cehennem tasviri izlenimi veren bir dünyadır bu.Genç yaşta yatalak olmuş bir adam,belalı sevgilisinin yardım ve korumasına sığınmış,kaçıp gitmek isteyen ama çocukları ayağına dolaşan genç karısı…Belalı bir adama tutulup,onun peşinden kuru bir yaprak gibi savrulan ve ailesi dahil geçmişine tümüyle sırt çeviren genç ve güzel Uğur…Uğur’un ailesini köleleştiren yoksulluğu…Onun psikopat sevgilisi Zagor… Tehlikeli oğlancıların arasına düşmüş Uğur’un erkek kardeşi…Ve bu tekinsiz dünyada bütün suçu gerçek bir aşk ve sevgi arayışı olan,bu korkunç dünyanın bütün ağırlığı ile üzerine çullandığı Bekir…

İlk defa Uğur’u halıcı dükkanında görür Bekir.Baştan çıkarıcıdır,bir afettir Uğur.Her hareketi,her davranışı ,alınmamış gizemli tatların dünyasına yaptığı bir çağrıdır sanki.Hem gerçek hemde mecazi anlamda derin uykusundan uyandırmıştır Bekir’i.Uykuyu haram etmiş bir derin hançer yarası gibi,bir daha da aklından çıkmayacaktır Bekir’in.Zamanla öylesine teklifsiz ve cömertçe çağrı yaptığı dünyanın gerçek olmadığını anlasa da,vazgeçmeyecektir Uğur’dan Bekir.Nedir bunun adı?Aşk mıdır,zayıflık mı,saplantı mı?Dünyayı aşırı önemsemek mi?Gerçeği hor görmek mi?Kader diye adlandırmak daha doğrusudur belki.Aklın körleştiği,sağduyunun elinin kolunun bağlandığı,tıpkı kabuslardaki gibi göz göre göre gelen felaket karşısında elin kolun bağlanıp dilin lal olduğu bir uğrak.

Yazının baştaki soru ile bizi baş başa bırakan kilit bir sahnesi vardır filmin.Ufuk Bayraktar(Bekir) ve Vildan Atasever’in(Uğur) muhteşem performansına da çok şey borçlu olan,filmin meramını minimal düzeyde özetleyen bir sahne:İnsan mı yaşamını biçimledirir,yaşam mı insanı?Onca acısına ızdırabına tanık olduğumuz Bekir,bu kaderin kendi mi seçmiştir?Yoksa başta Uğur olmak üzere, istemdışı güçlerin seçtiği bir kurban mıdır? Bu sahnede annesi,evlendirmek istediği kızın bir resmini gösterir Bekir’e.Başı örtülü kızın güzellik bakımından Uğur’dan aşağı kalır bir yanı yoktur.Ertesi gün,halıcı dükkanında masasında otururken,Uğur’dan çaldığı resimle o kızın resmini yan yana koyar.Biri yaşamdaki payına düşen role uygun, geleneksel aile yaşantısına göre bir yol,diğeri ise Uğur’un şuh edalarla çağrı yaptığı,insana mutluluk mu bela mı getireceği belirsiz bir yol.Tam o sırada Uğur geliverir aniden.Sanki “beni seç” dercesine!Bekir acemice, sanki Uğur’a karşı kayıtsızmış rolü oynayan,ancak dili tutulup utanç altında ezilen haliyle küçük yazıhaneden dükkanın içine doğru bir hamle yapar.Uğur gidiyormuş gibi yapıp saklanır.Bekir onu aramaya başlayınca birden saklandığı yerden çıkıverir!.Sanki ona sorular sormuş ve cevabını bekliyormuş gibi davranır Uğur.Gitmeye hazırlanırken,Bekir bütün gücünü,cesaretini toplayıp,ağladı ağlayacak bir mahcubiyetle itiraf eder duygularını:”Ben seni çok seviyorum”…Uğur,beklediği cevabı almıştır.Kısa bir duraksamadan sonra uzaklaşır dükkandan.Bekir gözyaşları içinde,acınası bir edayla bakar ardından…

Neden Bekir’i baştan çıkarmıştır Uğur?Belalısı Zagor’dan kurtulup kendine düzenli bir aile hayatı kurmak istediği için mi?Yoksa o berbat aile yaşantısının öcünü almak için kurban mı seçmiştir Bekir’i.Uğur’un bütün o kötücül davranışlarına rağmen Bekir’i peşinden sürükleyen,o karşı koyamadığı gücün nedeni nedir?Bunların cevabını vermektense,bunu bir trajedi olarak anlamlandırıp varacağı en kötü sonuçlara kadar izini sürmeyi tercih eder Demirkubuz.Aslında o dengesiz,herkesin herkese en ağır kötülükleri kolayca yapabildiği,o vahşi,adaletsiz toplumsal ortamın bir numunesidir Bekir’le Uğur’un arasında geçenler.Orada çatırdayıp yerle bir olan dünya,Bekir’in üzerine çullanmıştır.Aslında Uğur’un da üzerine...O da tutku ve saplantı ile bağlı olduğu o patolojik aşkını ayakta tutabilmek için bütün geçmiş yaşantısından kopmuş,o geçmiş yaşantısından arta kalan belki de en iyi şey olan Bekir’i kurban ederek,hayattan bir şekilde almıştır öcünü.Bu aslında diğer çarpıcı sahnelerle karşılaştırıldığında önemsiz gibi görünen sahne,filmin bütün meramını dışa vuracak şekilde çok iyi tasarlanıp peliküle aktarılmıştır.Bütün iyi filmlerde olduğu gibi,sinemayı sanat yapan şeyi,ayrıntıların önemini gözlerimiz önüne sermektedir…

13 Ekim 2009 Salı

SİNEMANIN KENDİSİ ÜZERİNE BİR FİLM:CENNET SİNEMASI (NUOVO CİNEMA PARODİSO)

cinemaparadiso

FİLMİN FRAGMANI:http://www.izlesene.com/video/sinema-cennet-sinemasi/173353

Cennet Sineması( Nouvo Cinema Parodiso) ile bu blogda yazmaya başlamak pek öyle tesadüf değil.Keza bu italyan sinemasının 1980'li yıllardaki parlak örneği,sinemanın kendisi üzerine bir film.Baş oyuncusunun sinema olduğu,sinema aşkı ve sevgisinin biçimlendirdiği bir büyük nostaljik destan,bir büyük ağıt

Cennet Sineması( Nouvo Cinema Parodiso) ile bu blogda yazmaya başlamak pek öyle tesadüf değil.Keza bu italyan sinemasının 1980'li yıllardaki parlak örneği,sinemanın kendisi üzerine bir film.Baş oyuncusunun sinema olduğu,sinema aşkı ve sevgisinin biçimlendirdiği bir büyük nostaljik destan,bir büyük ağıt.Yüzyılın ilk yarısında kitleleri salonlara çekmiş,giderek en parlak örneklerini verdikten sonra video ve tv kültürü tarafından yenilgiye uğrayıp kendi kabuğuna çekilmiş en genç sanat.Aslında bugün bile onu sanattan kabul etmeyenler var.Nedeni ise büyük harfle başlayan sanatın sevenlerince kitlelerle bunca yüzgöz olmuş olması yüzünden hep belli bir küçümseme ve alay kipiyle karşılanması.Çok uluslu sermaye sisteminde sermayenin gereklerine boyun eğmiş olması.Ancak herşeye rağmen her saygın sanat dalında olduğu gibi son derece parlak başyapıtlar üretti ve bugün hala vermeye devam ediyor.Kitlelerle kurmuş olduğu o görkemli ilişki de bir zamanlar rakipsiz olması sayesinde mümkün olmuştu.Bugün artık kitleler peşinde değil onun,sinema salonları dolup taşmıyor eskisi gibi.Yine de kendine çıkış yolları buluyor,onu hayli ciddiye alan önemseyen sinema adamları sayesinde kendini yenileyip yeni baştan yaratabiliyor sinema.
    Guissippe Tornetore'da bu önemli filmi ile sinemanın kendi üzerine konuştuğu  filmler furyasını açmıştı.Nasıl ki,bir zamanlar Fellini'nin Amarcord'u  birçok sinemacıya olduğu gibi Guissippe Tornetore'a da özellikle bu filmiyle esin kaynağı olduysa,Cennet sineması da yaratmış olduğu o bir taraftan gülüp diğer taraftan ağlayan nostaljik atmosferi ile peşisıra gelen sinemacı ve hayran kitlesi yarattı.
   Aslında üslubundan çok başka özellikleri ile öne çıkan bir film "Cennet Sineması".Öyle sinemanın dilini yenileyip rotasını değiştiren bir film sayılamaz.Klasik bir anlatım tarzına sahip.Tercihini büyük coşkulu kalabalıkların peşinden uğultuyla sürüklendiği kitle sinemasından yana kullanarak,perdede deneysel ve avangard filmler düşleyen ciddi sinemaya sırtını çeviriyor.Ancak bisiklet hırsızlarından Roma Açık Şehire,Gilda'dan Kahraman Şerife kadar bir çok önemli sinema başyapıtına selam durarak sanatsal sinemanın önünde de saygı duruşunda bulunmayı ihmal etmiyor.Belli bir sinema tarzı ve anlayışına yaslanmaktansa,bir zamanlar insanları büyüleyip vecd haline haline sokan,insan ruhunu masalın ve fantezinin serin sularına çeken o şeyi,sinema büyüsü dediğimiz şeyi anlamaya çalışmış.Sicilya'nın azgelişmiş gelenekçi bir kasabasında kendi çocukluk anıları ve sinema ile ilgili deneyimlerinden yola çıkarak bir büyük dostluğun ekseninde sinemanın "rüzgar gibi geçip giden " tarihini özetlemiş.Tutuşup bela açan yanan filmleriden,yazlıkçı sinemalara,uyumak için her gece sinemaya geleninden gözyaşları içinde her repliği ezberleyene kadar tekrar tekrar film izleyenine dek, sinema dediğimiz şeyi yeniden inşa etmiş.Unutulmaz bir dostluğun ve dillere destan bir aşkın yanı sıra,unutulmaz enstantenelerle kurgu dünyası ve gerçek dünya arasında çok sağlam köprüler kurmuş.
   "Bu meydan benim" diyen delisinden hergün öğretmeninden dayak yiyen çocuğa,sinema aşığı  iffet delisi sansürcü rahibinden sinemada tanışıp hayat kuran çiftlerine o kadar unutulmaz anlar barındıran bir film ki Cennet Sineması,zihnimde  yarattığı büyü anlatmakla tükenecek gibi değil.Ama birşey vardı ki,sinemadan çıktığım yirmili yaşlarımdan bu yana bir ışık gibi peşimden geldi.Bugün bile aşk nedir diyenlere tavsiye edebileceğim çok anlamlı çok özel olan birşey...
   Salvatore artık genç bir delikanlı.Kendisine başta film makinistliği olmak üzere bir çok önemli şey öğretmiş Alfredo sinemada çıkan bir yangın sonucunda gözlerini kaybettiğinden beri "Cennet Sinemasında" makinist olarak çalışıyor.Birgün kasabaya genç,sarışın mavi gözlü,babası banka müdürü olan havalı bir afet geliyor.Salvatore ona yakınlık kurmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor.Gerçi canayakın bir kız ama yine de ulaşılması çok zor.Yoksul,eğitimini bırakmış Salvatore için belki de ulaşılmaz birisi.Alfredo ile bu konuyu konuşunca yaşlı dostu ona bir hikaye anlatıyor.Kralın güzeller güzeli kızına aşık olan genç asker,ona aşkını ilan edince prenses ondan 100 gün boyunca yağmur çamur demeden penceresinin altında beklemesini istiyor.99 gün boyunca bekleyen asker,en sonunda çekip gidiyor."Bundan sonra ne olduğunu bilmiyorum"diyor Alfredo.Aşkın sabretmek,çile çekmek,arzu ile özlemle dolup taşmak olduğunu ima etmiş oluyor.
    Birgün kilisede Alfredo bir yandan rahibi oyalarken Salvatore günah çıkarma kabinine girip günah çıkarmaya gelen Melena'ya ilanı aşk ediyor.Melena'nın kendisine aşık olmadığını öğrenince,"beni sevmeni bekleyeceğim" diyor."Her gün işten çıkınca kapına gelip bekleyeceğim.Fikrini değiştirirsen pencereni aç.Ben Anlarım.."
   Gerçekten de 100 gün boyunca bekliyor her gece yağmur çamur demeden.Ama en sonunda açıyor penceresini Melena.Ama Alfredo'nun dediği gibi "Hayat filmlerdeki gibi değil." Kız üniversite eğitimine başlayınca kasabadan ayrılıyor.Belki de aralarındaki uçurum iyice açıldığından olsa gerek bir gün bitiyor.
   Eskiden aşklar böyle miydi?Her şeyin kısa sürede yaşanıp tüketildiği günümüz toplumunun aksine geçmişte insanlar böylesine tutkulu ve sabırtaşı mıydılar?Bana kalırsa gerçek aşk budur:özlemle,tutkuyla,arzu ile dolup tepeden tırnağa aşk kesilene kadar sabretmek...Gerisi hikaye!Geçmişte de,günümüzde de gelecekte de aşkın tarifi budur,bu olacak...
  Ama bu aşk,aslında sinemanın bir armağanı idi Salvatore'a.Kendisine bu yolu öğütleyen Alfredo zaten bütün bildiklerini sinemadan öğrenmişti.Ama sinemadan başka birşey daha öğrenmişti Salvatore.Rahip yamaklığı yaptığı kilisede sansürcü rahip, film gösterilmeden önce yasa gereği oynayacak filmi baştan sona seyredip bugün için hayli masum olan öpüşme sahnelerini makaslatıyordu.Bu kesilen sahneleri görme şansına sahipti Alfredo.Öpüşmenin  büyüsünü kavramıştı o çok tutucu katolik ücra kasabada.Daha azimli,daha tutkulu,daha cesur,daha sabırlı olmasının nedeni bu idi...

10 Ekim 2009 Cumartesi

SİNEMA ÜZERİNE YAZMAK

emeksineması

Uzun zamandır yapmayı düşünüp ertelediğim şey,sinema üzerine bir blog yapmaktı.Sinema benim için kadim bir tutkudur.Zaten son yıllarda ilgi alanım edebiyat ya da felsefi türden kitaplardan iyiden iyiye sinemaya kaymıştı.Webde sinema ile ilgili yaptığım aramalarda yaşadığım hayal kırıjlığı blog hazırlama düşüncemde önemli bir rol oynadı galiba.Arama yaptığımda karşıma indirme siteleri,online film izleme siteleri çıkıyordu hep."İndir..izle..online film izle..vizyondaki son filmler...bedava film.."Bu tür sitelerin google aramalarında ilk karşımıza çıkanlar olması,insanlarda tuhaf bir indirme hastalığı olduğunu gösteriyor.Hiç değilse bu sitelerde kayda değer bir içerik olsa!..Büyük çoğunluğu Amerikan,büyük çoğünluğu gişe ve sıradan filmler...Oysa sinemanın çok uzun bir geçmişi var,bu geçmişinde çok önemli yapıtlar ortaya koymuş ve kendini yedinci sanat olarak kabul ettirmiş bir daldır sinema.Ne yazık ki video devrinden bu yana eski cazibesini yitirmiştir.Sinema salonlarını  artık genelde kentli,orta sınıf ve sinemayı bir vakit geçirme aracı olarak gören sayıca az bir izleyici profili doldurmaktadır.Gerçi büyük kentlerde sinema festivallerinde dünya sinemasından seçkin örnekler yer bulmakta,hatırı sayılır kalabalık bir izleyici kitlesi tarafından festival programları takip edilmektedir.Ne var ki,bir zamanlar Perihan Mağden'in de dikkat çektiği gibi,festivaller sona erince o festivalsever kalabalığın yerinde yeller esmekte,Haneeke gibi seçkin avrupalı sinemacıların ara sıra salonlarımıza uğrayan filmleri çok az ilgi görmektedir.Ayrıca benim gibi büyük kentlere uzak bir kasabada yaşayan orta halli kişiler de,büyük şehirlerin imkanlarından mahrum yaşamakta.Geriye bir tek tv internet gibi seçenekler kalıyor.Ancak yine de sinemaya büyüsünü veren ortamdan uzak bir izleyicilik bu.Sinema,o karanlık salonlarda,film izleme dışında başka şeyle ilgilenmemesi gereken,büyük "beyaz" perdede doğmuş ve gelişimini sürdürmüştür.Kendi özdilinin idrak edileceği asıl yer,yine de bu karanlık loş salonlardır.Belki de tv dizilerinin iyi çekilmiş olsalar dahi gerçek bir sinemasal tat bırakmayışının nedeni
ortamla ilgilidir.Aynı şekilde önemli bir sinemacının diyelim ki Angelopus'un Ulris'in Bakışı filmini asıl ortamında değil de tv'de izlemişseniz filmin vasıflarına vakıf olma şansını büyük ölçüde ıskalamış olma ihtimaliniz büyüktür.
Böyle söylediğime bakılmamalı.Ben de sinemayı tv'den ya da divx formatında videolardan takip ediyorum.Ama yine de paylaşabileceğim çok özel anlar var.Belki de sinemanın bundan sonraki serüveninde onu ayakta tutacak şey,sinemadan duyduğumuz şaşkınlık,hayranlık,büyülenme ya da sevincimizi paylaşmak olacaktır.
   Ancak yakınmalarım yüzünden sadece ciddi sinemayı önemsediğim,ticari sinemaya hiç değer vermediğim sonucu çıkarılmamalı.Nereden gelirse gelsin,asıl önemsediğim şeyin sinema büyüsü dediğimiz tarif edilmesi güç paylaşılması kolay o şey olduğunu belirtmeme izin verin.Gerçek bir tutkunun,özenilerek yapılan şeyin,deneyim ve araştırmanın sinemayı sanat yapan asıl şey olduğunu söylemek istiyorum.Ne demeye çalıştığımı bundan sonra yazacaklarımda açık seçik ortaya koyabileceğimi ümit ediyorum.Blog yazmaktaki amacımın,hiçbir formata bağlı kalmaksızın özgürce yazmak.Bazen filmden,bazen yönetmenden bazen oyuncu ya da senaryodan söz ederek sinemanın tam olarak nerede,filmin hangi anında sanata dönüştüğünü araştırmak.
Sinema sevincimi bir nebze de olsa başkaları ile paylaşabilirsem ne mutlu bana...